Saturday, June 30, 2007

gidenlerin ardindan

otlar yemyesil, dort yani otlak cevrili bu sehir ottan farksizdi geldiginde. sirin mi sirin NezPerce evlerinde, iki komik yil gecti seninle. sen bazi sabahlar daha bir kisa olurdun sanki ama genelde, senle ben, nokta ilen virgulduk. nedense seni gorunce hep karnim acikti benim. surekli 'ne yesek?' diye sormam bundandi. sorumu bir gun bile yanitsiz birakmadin. cok yedik, cok ictik birlikte. yere goge sigmaz gobegimden en az benim kadar meshulsun. su gavur elde, ne mercimek koftemiz eksik kaldi ne yaprak sarmasi ne de lahmacun, sayende...

ben abla, sen kardes olmaya alismisiz kucukten besbelli. bu sebepten hic yadirgamadim komsucanliktan kardeslige terfini. zaten ustune hep bir cift goz gerek senin. sosyal guvensiz gol canavarim benim. izin verirsen, birgun uzun uzun yazarim butun hikayelerini...


birlikte dunyayi kurtardik, gulmekten karin agrittik da, bir tek krep'te anlasamadik gitti, basindan beri. sen, krep yagli olur dedikce ben kurumus sonbahar yapraklari gibi krepler yaptim. sen, pof pof kreplerini pide firini gibi yaglarken ben sutsuz una yumurta kirdim. superkaynana tavrina boyun egmedim, hep direndim. evet, sagdaki surrealist sekilli krep benim...

gun geldi, kalbur bulamadik tatlimizi rendeye bastik. gun gecti tatli bulamadik, ayni nutella kavanozuna kasik salladik.. gozunun onunde sallamama ragmen hep zar tuttugumu sandin ama yenilmekten bikmadin tavlada. daha 10 kaplan gucunde kahvemden yapacaktim ben sana...

gicirtisini 3 kilometreden tanidigim cekmeceyle bir basimayim simdi. ben bu cekmecenin icindekilerden ziyade, birlikte pisirebileceklerimizin ihtimalini sevdim. bir de senin her seyin ustunu hindistan cevizlemeni... gitme dedim, yapma ve etme diye dilimde tuy bitirdim. soz dinlemedin. yazik ettin gencligine, bile bile.. sana doktorada mutluluklar, sozum kardese. topla da esyani git bir an once...

ben mi? hayata mikroplu pembe bakmaya devam edecegim bir sure... yeniden yollarda olmak umidiyle...

Tuesday, June 26, 2007

Ladri di biciclette

kilit altinda tutmaya gerek gormedigim bisikletimin calinmis olmasi, benim, bisiklet hirsizlarina beddua etmemi, surum surum surunmelerini istememi-butun kalbimle-, col sicaklarinda tasitsiz kalmalarini dilememi gerektirmiyor pek tabii... bir garip ihtiyac sahibinin caldigini, derdine care buldugunu, hirsizligin bir Bruno, efendime soyleyeyim bir Antonio'nun isi oldugunu dusunmek istiyorum! 5'inci viteste hayırlara yelken açasıcalar sizi...

(filmi tavsiye ederim)

Thursday, June 21, 2007

Oksan (2001-2007)

ceyrek metrekarelik tel kafesin 3 sakininden en sakin duramayanini sectigimde, bir orta boy avuc kadar ve bir orta boy havuctan kisaydi. birbirine sokulup uyuklayan, annesiz tavsan yavrusu gelenegine aykiri kipir kipir ve asiri merakliydi...

yuksek tavanli karton kutusunda eve getirdim. annem kutuya bakti, ilk bakista yelkenlerini saldi. boyle bir sirinlige karsi koyulamazdi. aksam babam geldi. mumkunati yok duramaz, tavsan evde yasayamaz dedi. lafi bitmeden odanin kosesinden paldir kuldur, boyunun iki kati yukseklikteki kutunun disina ziplayan tavsanla gozgoze geldiler. tartisma bitti. tum sorumlulugu, zaiyati, temizligi, bakimi bana ait olmak uzere, oksanmayi her seyden cok seven bu tavsan yani oksan, bana ait ilk evcil olmayan ev hayvani oldu...

once tavsanlarin gercekte havuc yemedigini dusundum. cizgi film numarasi olmaliydi cunku varsa yoksa maydonoz yapraklariydi hayat. taze yapraklarin tek dis hamlesinde saptan muntazam ayrilmasina sahit oldum. ayni muntazam kesikler evdeki cesitli esyalarda gozlenmeye basladiginda sikayetleri susturmak icin evi surekli kollar oldum. ama hali ve koltuk puskulleriyle kapi koselerini korumakta yetersizdim...

salondaki halilari kara parcasi, parkeleri okyanus, paspaslari adacik sanan oksan'in, evde kosarken parkeye basmamak adina yaptigi ucus ve ziplayislar, bir kulagi yatay, dinlenmede, diger kulagi dik, telekulak vazifesinde sozumona uykusunda, merak uyandirici olay yerine attigi deparlar bile, artik siklikla gun yuzune cikan zaiyatlari affettirmez olmustu...

hakkindaki kesin hukmun verilmesi, kardesimin turuncu battaniyesini 2 kilometreden taniyip kucuk tuvaletini uzun menzilli atisla battaniyeye yetistirme gayretiyle hizlandi. bir kedi bir kopek kadar basarili tuvalet egitimi alabilen tavsan nesli, surekli yaptigi ve yanlislikla yaptigi yeri cok sik karistirabiliyor ve ne yazikki bir kopek ve bir kediden farkli olarak saldigi sivi dayanilmaz aromali, her daim temizlik gerektiriyor...

hayvanat bahcesinin tavsan reyonuyla konusuldu. iyi bakilacagina, bir karisi, boy boy cocuklari, mutlu bir ailesi olacagina inandim, daha fazla karsi koyamadim ve oksan yeni hayatina gitti...

uyuyana kadar kolumda, sonra yatagimin altinda uyuklamasini cok ozledim. eve giderken migrosa ugrayip taze maydonoz almayi, termostat kulaklarini geriye yatirip mayistirmayi da... meger annem iki gunde bir maydonozunu alip hayvanat bahcesine gidermis, besler sever gelirmis. kapidaki gorevliler eli hep bir demet maydonoz tutan annemle dalga gecer, tutuklu yakini muamelesi cekermis. kafes bakicisi en sonunda anneme boyle gidip gelirse, tavsanin sosyal hayati olamayacagini soylemis, gelme bir daha, demis... annem bir daha gitmedi ama son gorus gununde yaninda goturdugu kirmizi ojeyle tavsanimizi isaretlemesini dusundukce bugun bile takdir ederim...
bir hafta sonra, bir sabah oksanli ama huzursuz ruyami hatirlayarak uyandim. bir cift uzun kulagi en az benim kadar ozlemis olan anneme anlattim. ertesi gun gormeye gittiler. bir dolu tavsanin arasinda bizimkini secememisler. bakici sonunda itiraf etmis, cattik sapiklara diyerek kapali koguslari gostermis. oksani tek kisilik hucrede, yarali, dovulmus ve olmek uzere bulup eve getirdiklerinde hissettigimi yazamam. uygun kelimeleri bulamam...

asiri merakindan, parlak tuylerinden, insansever halinden artik eser yoktu. kulaklari bile dik duramiyordu zira biri kirik digeri de yara bere icindeydi. iltihapli yaralarin, kabuklarin, kesiklerin iyilesmesi uzun surdu, bir zaman sonra, zipirligi eksik eski haline dondu. artik evin demirbasiydi. yeniden elden maydonoz yer, calan kapiya kosar, turuncu battaniyeye tepki verir hale geldiginde artik biskuvi, peynir, sut, pilav ve daha nice alakasiz besini de, ona ozel salata kadar sever olmustu...

7'inci insan yilinda, birkac gun once, oksan oldu. olumu de, hayati gibi tavsansi degildi. kurda kusa yem olmadan, agir agir yaslanarak, cok sevildigi evinde, insan gibi. geride, kenar susu tirtikli misafir terlikleri, saplari kemirilmis deri cantalar (kaliteli deriyi severdi), olumsuz aski oyuncak tavsani ve bir de onsuz biskuvi paketi acmanin anlamsizligi kaldi... tanidigim en komik, saf ve yumusak tavsana, en lazim zamanda eksiksiz huzur verebildigi icin tesekkuru borc bilirim.
cocuklarinizin, evcil ya da degil, hayvansiz buyumesine sakin izin vermeyin.


Tavşan besleyen,
daha önce ne yapmış olursa olsun,
en ufak bir yakınlaşma girişiminde bulunduğunda,
bütün geçmiş yapılanları unutup —bağışlayıp(!)—
yakınlaşacak bir canlının sorumluluğunu üstlenmeye de
hazır olmalıdır —— bunun ne denli anlamsız olduğunu bile bile...
Oruç Aruoba - Uzak

Monday, June 18, 2007

necef ve masrapasi



su gunlerde, bir avuc serefsiz mikrop gelecegimle oynamakta sevgili okur. gencligimin bahari sayilabilecek gunlerim ve gecelerim, sayisiz kere denedigim deneylerimde kullanip muruvvet gormeyi umdugum nankor mikroplar tarafindan kemiriliyor. sabit sicaklikli, hafif sallantili, bol besinli, rekabetten uzak, guvenli ortamlarinda huzur icinde, verimli uresinler diye, saatlerim calisarak geciyor. lab'in delisi lakabini coktan benimsedim ve bu cumleden onceki cumleyi yazdiktan sonra kendimi bir an Manukyan gibi hissettim. olsun. san serefte degilim. mezun olmak, buralardan kosarak kacmak istiyorum. yorgunum, uykusuzum ve benzeri...

bir yandan okumak bir yandan calismak, ayni zamanda blog yazmak, diger bloglara bakip yorum yapmak ve bir de ustune mezun olmaya calismak hic kolay degil... dizilerin tatile girmesi bile yapilacak isler listesinde bosluk yaratmadi. bu sebepten blog aktivitelerinde meydana gelen aksamayi mazur gorunuz. ilk firsatta gorusuruz...

(fotograf LaJolla, San Diego)

Wednesday, June 13, 2007

sincap ciddiyeti


arka arkaya sincap dediginizde kayboluyor...

Monday, June 11, 2007

Sim por favor



Kucukken sayili zamanlarda ailecek gittigimiz, Ulus'un Uludag kebapcisinda, siparis ve yemek arasi surede kurdugum yegane hayal, yedikce yenilenen koftesiyle hayat boyu sinirsiz, sonsuz, yogurtsuz ve sossuz iskenderdi. yogurtsuz ve sossuz haline iskender degil doner denir lafini hic umursamadim cunku benim icin iskender, yedigim yemekle birlikte o an orada soludugum hava, eskiden o gune gelen anilarin toplami, koftenin tadi, pidenin yagi, etlerle pideleri denklestirebilme becerisini kapsayan bir butundu. sos ve yogurt bir etobur icin bu butunun en fazla onemsiz ayrintilari olabilirdi...

Bu hayalin gerceklestigi yer, yani Fogo de Chão bir Brezilya kebapcisi. Biz Turklerin yesil alanda mangal sevdasina benzer, gecmisten gunumuze geleneklerini takip eden Brezilya yerlisi Gaúcho lakapli amcalar tadindan yenmez degisik isimleri olan etleri, tandirda, Churrascaria usulu pisiriyorlar. Yani sislere takip bolgesine gore komur ya da odun atesinin yandigi cukurlara indirerek. her bir Gaúcho sorumlu oldugu et pistikce kapip masalarin arasinda gezdiriyor ve buna rodizio usulu servis deniyor.



Amerika'da belli basli birkac eyalette pahali restoran klasmaninda yer alan ancak Brezilya'da sudan ucuz fiyata odediginiz belirli ucret karsiligi catlayana kadar yeme sansina sahip oldugunuz bu lokantada masaniza oturdugunuzda, bir yuzu yesil 'evet istiyorum' bir yuzu kirmizi 'hayir doydum' mesajli markayi goruyorsunuz. etrafi izlemeye koyuldugunuzda degisik bir tur peynirli ekmek (pão de queijo) ve banma sosu geliyor masaya ki sirf bu ikiliyle bile doyup kalkabilirsiniz. sarap listesinin cogunlugunu Guney Amerikali siseler olusturuyor ve hangisini denemeli diye dusunurken sosa banip durdugunuz ekmegin hesabi sasiyor. sonra elinizde tabaginiz acik bufe salataya merak saliyorsunuz. tatil koylerinden kalma aliskanlikla doldurdugunuz arajman salata ve meze tabagindaki her bir cesit ayri guzellikte...

derken et zamani geliyor ve onunuzdeki markayi yesile ceviriyorsunuz. bir ki uc demeden biri elinde sise takili kocaman et parcasiyla dibinizde bitiyor, size tahsis edilen cimbizla ucundan tuttugunuz et parcasini tabaginiza kesip gidiyor. daha tabaginizdaki arkadasa selam diyemeden yeni biri bitiyor masada elinde degisik bir tur etle... onu da aliyorsunuz ama akliniz hala ilk gelen parcada, hop yeni biri geliyor... kardesim bi dur dercesine kafanizi kaldiriyorsunuz ama sonra markayi kirmiziya cevirmeyi akil ediyorsunuz... sonra sessizlik... afiyet...

siz masanizda duran markayi zirt pirt cevirip bir yesil (getir cocugum) bir kirmizi (ay dur nefes alamiyorum) yaparken, once goz ve gonlunuzu, sonra tabaginizi en nihayetinde midenizi doyuruyor, doymak ne kelime mutlu mutlu siritiyorsunuz...



Hayallerden ziplayip gelen bir yemek sonrasi aklimda kalanlar, peynirli ekmekler, yesile donen markaya depar atan amcalar, lezzet patlamasi etler, Sili sarabi, resimde gorunen muz kizartmasi ve kolay sindirim icin onerilen frenk uzumu likoruyle (cassis) papaya pudingi... Pissst, evren, goster guneyleri su MorKoyuna dunya gozuyle, birak yasasin oralarda bir yerde... mutlu mutlu. Soz, uc lafindan biri obrigado olacak!

Wednesday, June 06, 2007

katil usak degilmis, oyleyse Fogo de Chão

1
2



Ben kisisel gelisim kitaplarindan faydalanamayan insanlardanim. senli benli muhabbeti olan, parmagini ustume dogrultup kinayan bir de ustune tavsiyede bulunan kitapla muhattap bile olmam. okudukca ibret almak, benzerliklerin farkina varmak bana vazife olmali, mumkunse hep anonim okuyucu kalmali... ama isin icinde aciklanan bir sir varsa durum degisir... okumayani dovuyorlar fikrine kapildigim 'Secret' adli pazarlama harikasi kitabi duymayan ve okumayan kaldiysa ki eminim muhim bir mazereti vardir, bir vakit bende sir agda'nin uyandirdigi meraki atesleyen sirri irdelemek istiyorum izninizle...

almis basini gidiyor bir 'sir'. okur yazara 180 sayfa cep fotomaci tipinde, okumaya usenene 2 saatlik cd halinde. pek muhterem yazar hanim, PlatoGalileoBeethovenCarneigeEinstein'in bildigi (kitapta surekli bu sirada ve birlikte aniliyor bu sahislar, ister istemez bana Sahan'in MahsunIboAlisan'ini animsatiyor her geciste), kendisinin sonradan kesfettigi sirri halka aciyor, babasinin hayrina degil elbet, 20 dolara... Sir, ortalama bir Amerikali'nin zeka seviyesine hitaben 180 sayfada 25bine yakin tekrarla aciklaniyor ki bence keske herkes okusa, anlasa ve uygulasa...

Neyim eksik alemden, bir kosu gidip aldim kitabi, cevir cevir okudum bitti. Sir ne mi? iste ozeti: Bu kadar yurekten cagirma beni, bir gece ansizin gelebilirim!.. Anlamayana davul zurna esliginde tercih secenekleriyle: iti an comagi hazirla, ya da, iyi insan lafinin ustune gelir. Dervisin fikriyle zikri meselesi, terecilere satisa sunulmus bir nevi... butun iyi niyetim ve pozitif dusuncelerimle dolu aklimi basima toplayip evrendeki diger iyilikleri ustume cekmeyi ben de isterim pek tabii. Ama bunalima girme hakkimin, depresif kaygilarimin, erken saatte aralanmis tek gozle hayata cemkirerek, soldan yatak terketmenin karsi konulmaz cazibesinin, bugulu mutfak camindan suzulen yagmur damlariyla es zamanli akan huzun gozyaslarimin elimden alinmasina tepkiliyim. Ayrica kitabin, kilo vermek, duslenen 'brand new' arabayi almak, hayaldeki ev, is ve ese bir an once sahip olmak temelleri uzerine bolumlere ayrilmasi, saglik ve insan iliskilerinin en sona birakilmasi bu iste bir bit yenigi oldugu fikrini akla getirmez mi? Basarizlik, parasizlik ve asksizlik ucgeninde bir sekilde sefaletin dibini gormus bunyelerin hayattaki kazanci sifir mi? Basina hep iyi seyler gelen insan piser mi, 'insan' vasfina erer mi? Hem butun iyilikler iyi niyet sahiplerinin olacaksa, sir'dan habersiz vesvesecilerin cekimine giren kotulukler cogalmaz mi ve biz boylelikle Dogan'in yengesine saldirmis olmuyor muyuz? sonra ben AyseArman miyim ki, bana ne?

Meditasyon, Yoga, Reiki ve benzeri olusumlardan farkli olarak halkci ve daha ilk sayfadan anlasilir, uygulanabilir tavriyla, tum olumlu enerjimle kitaba goz atmanizi tavsiye ediyorum... hem belki de bir sure once aklimdaki mavileri kagida dokup (2), bakip bakip ic cekerek, ruzgar gibi gecen Kaliforniya gezisinde resimledigim manzarayi(1) cagirmisimdir ben de... kimbilir? Oymali kakmali cakrali evrensel sirlari bir yana birakalim ben size mutlulugun sirrini vereyim.



Ama haftaya...

Tuesday, June 05, 2007

SAN

Kayitlara gecsin diye yaziyorum... YeniDunya'daki ilk gunlerimde ve hatta haftalarimi takiben aylarimda, bir yandan ekstra aval ifadelerimle etrafi izliyor bir yandan anlasilmayacagimi bildigimden agzimdan kelimeleri sayiyla kaciriyor ve bilhassa markette, lokantada, derste diyalog gerektirmese bile soru cevap fasillarina bayilan insan guruhundan uzakta, mumkun mertebe goz temasindan sakinip, olmayan kaldirim taslarina bakarak yuruyorken, su kirmizili koprunun girisinde, emniyet kemerini takmazsan cezani yer oturursun icerikli 'click it or ticket' levhasini gorunce, panikle "kopru biletini nereden alicaz?" dedim... Mr.Brown zevcesiyle tatile, okula, eve, ise gitmis, onca halti yiyip yeni kelimeleri burnumuzdan fitille getirmis de, bir ceza yememis besbelli vaktinde...

Bilginin gereksizi olmaz felsefemi destekleyenlere: Golden Gate Koprusu 1937'de tamamlandiginda dunyanin en buyuk (yuksek ve uzun) asma koprusu imis, artik ikinci. Bana kirmizi gorunen renk, orjinal ismiyle 'international orange' , herdaim sise bulanan kopruyu secebilmemiz icinmis. uzerinde manzarayi izleyerek yuruyebileceginiz yaya yolu bulunmasi, San Francisco'nun demisbasi koprunun intihar atlayisi sayisi ve basari yuzdesiyle de unlenmesini saglamis. bir suredir atlayislari saymayi birakip estetik bariyer projeleri ustune calismaya baslamislar. bonus bilgi olarak, 67 metrelik dusus 4 saniyede tamamlaniyor, suya dalis hizi saatte 120 kilometreyi buluyormus...

Friday, June 01, 2007

Seyir defterimden

Koyden kacis, Mayis 24
Bu diyarlarin tas catlasa 3 gun surebilen bayram tatili sebebinden dort yani otlaklarla cevrili koyumden yine kactim. bu sefer istikamet Kaliforniya. koyun yerel havalimani isletmesinin arka bahcemize kaldirip kondurdugu pirpirli, dolmus tipi ucaklardan birinde firariyim. parayi ondekinin omzunu durterek iletmiyoruz elbette. dolmus benzetmesinin nedeni 'artik ezberlemissinizdir, dusecek olursak vaktimiz var, acar, talimatlari okursunuz' beyanati veren hostes, tum piskinligiyle 'alani secemiyorum, bir iki tur daha atip inmeye calisacagim' anonsu yapan kaptan ve 20 sayisini bulamadigindan dengesel hesaplar bahane edilerek gelisiguzel koltuklara serpistirilen yolculariyla son derece lakayt kabin ortami...

Aile sirketi tadinda, gunde uc bes sefer yapan ve her seferinde sansli tesaduflerle inip kalkan ucagin 12 yolcusundan biriyim. yerden fazla yukselmeden seyreden 40 dakikalik seferler sirasinda sarap ve bira formunda sinirsiz alkol servisi mevcut. maksat cazibe yaratmak ya da ucusa eli mahkum yolcuyu azicik rahatlatmak... bos mideye yolladigim 1 plastik bardak eyalet (WA) sarabi ve fistik sayesinde bulutlarin ustunde gibiyim. camdan bir baktim da disarisi silme bulut. helal olsun sana H.havayollari, seninle hep ileriye her seferinde... bir bardak daha icmeye vakit olsa manzaraya parasutsuz atlamak isten degil. hoppidi zippidi var olan tum hava bosluklarina daldigimizda, normal sartlarda kalbi ve mideyi bosluga firlatip dusmeden yakalayan kaptana biz yolcularin su vaziyette tek lafi olabilir:
Bi dahaa! Bi dahaaa...!

ilk durak Napa vadisi, uzumler cagiriyor...